#depresyon

LIVE

içimdeki bunalımı aldırmak istiyorum.

Bir defa yalan söylediğini gördüğüm insanın bir daha doğru söylediğinden emin olamıyorum.

Sabah ani bir hareket ile yatağımdan kalktım. Çiş için mi, susadım mı; hayır ikisi de değil. Kahrolası aniden gerçekleşen ruh değişimlerimin nedeni, ne sabah ereksiyonları, ne de su; yalnızca bir sigara. Pencereyi açıp masanın üzerindeki sigaraya uzandım. Uyku, gözlerimden geçtiği yerde parıltı bırakan bir sümüklü böcek olup çekilirken pencereden kasvetli güne “kendimi mi öldürsem yoksa bir fincan kahve mi içsem?” diye geçirdim. Ölümün o naif basitliğini anlatmak isteseydim eğer, sadece bu cümleyi tekrarlardım sanırım.

İyiden iyiye makineleşmeye başladığımı, ritüele dönüşen boş gözlerle buzdolabını açıp hiçbir şey almadan odaya geçtiğimde anladım. Herhangi bir elektronik mutfak eşyasının benden daha çok fonksiyona sahip olduğunu düşünmek sinirlerimi epey hırpaladı. Bunu çöpü kapının önüne koyup daha sonra kapıyı tekrar kapattığımda çıkardığı o sesten anladım. Odaya geçip etrafı inceledim, değişen tek şey kedilerin uyudukları yerler ve perdenin rüzgârın fısıltısı ile dans edişiydi. Derin bir nefes alıp hiçbir şey yapmayışıma daha başka nasıl bir hiçbir şey yapamayış daha ekleyebilirim diye aklımdan geçirdim. Kafamdaki develere hendekleri ve tarihçelerini anlatma işgüzarlığını bir kenara atıp tam tersi düşünmemeye zorladım kendimi. Ne yapacağım bugün? Öncelikle bir makine olmadığımı kendime kanıtlamam gerekiyor. Soğuk bir duş alır uzayan sakallarımı kısaltıp, üzerimdeki kirli kıyafetlerimi yenileri ile değiştiririm. Sonra dışarı çıkıp sokağın aşağısında denize manzarası olan parkta birkaç sayfa kitap okurum. Ne iyi!

Buzdolabını açıp bir zeytin ile kendimi geçiştirdim. Kapının önüne bıraktığım çöp poşetini tekrar içeri aldım. Sırtımı kapıya dayayıp gözlerimi sımsıkı kapattım. Çıkan sesi tekrar duymak işimi zorlaştırsa da kendimi zorlamam gerektiğini yerdeki çöp poşetine fısıldayıp tekrar odaya döndüm. Tavanı, koltukların desenlerini, rüzgârın hafifçe itip geri çektiği perdeyi, duvardaki tabloları izledim. İçimi bir ürperdi kapladı. Sigaramı aradım evin dört bir yanında. Pencerenin önünde sigaramı tüttürürken yine ölmek mi kahve mi içmek sözünü tekrarladım. Ensemin köküne buz gibi inen ürperti tüm bedenimi kaplamaya başlamıştı bile. Birbiri ile yarışan baş ve karın ağrısı ile yere yığıldım… Yeter artık düşünmek istemiyorum diye çığlık attım. Eğer biraz daha güzel olsaydı bugün, dışarıda denizi izleyip kitap okuyabilirdim. Bahaneler, ne kadar da şahaneler! Beni buraya hapseden şey bahaneler değil, kendimi henüz affedememiş ve düşüncelerime hakim olamamam.

Elime bir kalem alıp bir şeyleri yazmaya çalıştım, yapamadım. Başımı tavanda bir noktaya dikip zamanın önüne geçtim. Hoşuma giden zamanın duruşu, testere olup sessizce saniyelerin ve dakikaların peşinden koşuyordu. Saatler pencereden çıkıp çoktan uzaklaşmıştı. Kafamı sağa sola çevirip kapının önüne koştum… Defalarca çöp poşetlerini bir içeri alıp bir dışarı koymaya başladım. Düşündüğüm şeyler çiş, buzdolabı, sigara, kahve, sümüklüböcek ölüm ve onlarcası beynimin içine volta atıyorlardı. Aklımdan geçen şeyler kapının sesi ile birer birer dağıldılar. Bir rüyanın içinde miyim yoksa bunlar şu an gerçekten yaşanıyor mu? Bu kez aynı şeyi buzdolabının kapısını açıp kapatarak yaptım. Oh! Neyse ki bir düş değil ve ben de deli değilmişim. Aynanın karşısına geçip yüzümdeki çocukluğumdan kalma izleri inceledim. Onlara sebep olan her şeye dakikalarca küfür ettim. Şimdi ne onlar var ne de yüzüm izlerden muaf. Bu kadar da derinlere inmeyeyim, boğulurum deyip aynanın karşısından da ayrıldım. Üzerimdekileri fırlatıp buz gibi suyun altında bu akşam ölürüm şarkısını tersten söyleyip güldüm. Banyodan çıkıp, arkamdan iz bırakarak odama doğru iliştim. Üzerime siyah bir boxer ve bir kot pantolon giyip tekrar aynanın karşısına geçtim. İtiraf etmelisin ki bu sefer daha iyi görünüyorsun. Aynaya iyice yaklaşıp bütün dünya erkeklerinin sorunu olan göbeğimi inceleyip motivasyonumu yerle bir ettim. Hem derler ya ‘’balkonsuz ev, göbeksiz erkek olmaz.’’ Neyse ki şanslıyım. Hem kendimi tatmin edecek bir zırvalık buldum hem de tanıdığım bütün kadınların göbeğimin üstünde uyuyup, uyandıklarını hatırladım.

Akşama bir kaç saat var. Aynadan ayrılırken bu akşam ölürümü yine tersten söylüyordum. Evin tüm ışıklarını açtım. Elbise dolaplarının, mutfak dolaplarının ve açılacak bütün kapıları açtım. Önlerinden geçip gördüğüm her şeyle vedalaşıp kapılarını tekrar kapattım. Yalnız buzdolabından bir elma ile çamaşır makinesinden de en sevdiğim tişörtü üzerime çektim. Çöpü kapının önüne bırakıp dışarıya attım kendimi.

Ellerim ceplerimde sağa sola bakıp karşılaştığım insanlarda tebessüm ile bir yakınlık aradım. Aslında aradığım şey tam olarak bu değildi. Bulamayacağımı fark edip aniden vazgeçmem bir oldu zaten. Tekrar eve dönmek istedim ama hayır seni küçük piç kurusu bir velet gibi davranmayı kes artık! Boyum biraz kısa olduğu için kızdığımda kendime böyle derim hep. O halde eve dönmeyi de erteliyorum kısa bir süreliğine. Verdiği rahatsızlıktan dolayı bir defa dahi özür dilemeyen lanet taş yığınlarını baktım. Eğer biraz fazla tükürüğüm olsaydı bütün binaları tükürükle kaplamamam içten bile değildi. Cebimden bir sigara çıkarıp; ‘’yaşadığımız dünyayı neden bu kadar karmaşıklaştırdık ve neden bu kadar dar bir alana sıkıştırdık ki?’’ dedim kendi kendime. Hepsinin tek bir sebebi var! Ölmekten korkuyoruz. Bence, dünyaya her bırakılan şey bir korkudan ibaret. Bir ev, araba, cami, kilise, sinagog ve bir bebek. İnsanlar ne zaman ölmeyi düşündü, bir ev almak için geberene kadar çalıştı, ne zaman ölmek aklına takılıp onu korkutmaya başlattı o zaman bir araba aldı. Ne zaman gelecek endişesi taşıdı o zaman ölümünün naifliğini bir bebeğin sırtına yükledi. Ve ne zaman öleceğini anladı, camilere sinagoglara kiliselere koşup tanrıya öleceğim ne olur benim için güzel mükâfatlar hazırla orada dedi. Hem tanrı hem insanlar birer sahtekârdan başka bir şey değiller. Ne tanrı, insanlar ölümü unuttuğunda onlara ölümü hatırlattı, ne insan ölüm yaklaşınca tanrıya yalvarmaktan utandı. Sigarayı alevlendirip, sanki birileri düşündüklerimi duymuşçasına köşeyi hızlıca dönüp arkamdan dumanım geriye doğru üfledim.

Hava da içim gibi yavaşça kararmaya başlamıştı. İnsanlarla birbirimizin farkına varıp analiz yapma olanağımız da azalınca kendimin duyacağı seste şarkı söyleyerek etrafı süzüp yürümeye devam ettim. Kenarı kaldırım taşları ile çevrili çöp konteynerlerini süzdüm. Düşünsenize her bir saate bir toplanan çöplerin yüzde ellisi plastik olmak üzere toplamda altı yüz doksan beş bin kilogram çöp denizlere atılıyor. Bu da yılda dört yüz elli milyon metre küp çöpün denize atıldığını gösteriyor. Bu dünyada pislikten başka bir şey olmayışımızın çarpıcı bir kanıtı. Etrafta çöp konteyneri ile kedilerden başka hiç kimsenin olmadığı bu sokaktan da ilerleyip diğer sokağa geçtim. İnsanlar gecenin çağrısına kulak verip dışarı çıkmışlardı. Duvara yaslanıp kafamı hafifçe kaşıdım. Sokağa çıkma yasağını kaldırıp kendimi affettiğimi anımsadım.

O sırada Kazancakis’in Zorba’sının en sevdiğim “İnsanız affet.” cümlesi geldi aklıma. Madam Ortans ölüm döşeğindeyken biri gelip, “Bugüne kadar senin hakkında ileri geri konuştuysam kusura bakma, insanız affet,” diyor. Ölüm döşeğindeki toplumun hor gördüğü bir kadına söylüyor bunu. Onun affetmesi önemli. Tanrı zaten affeder. Ama en güçsüz olan kadının elinde tek bir koz var, o da affetmemek. İçimi kara bulutlar yerine derin bir huzur kapladı tekrar.

Suçluymuşçasına başı yere eğik sigarasını tüttürerek önümden geçen sıska adamı aniden cebimden çıkardığım sigarayı yakma bahanesi ile durdurdum. Maksadım bir kaç cümle kurup konuşmayı unutmadığımı hatırlatmaktı kendime. Bu cesaret iyi hissettirdi bana kendimi:

-Ateşinizi alabilir miyim?

-Tabii neden olmasın.

Sigaramı yavaş yavaş yakarken bir yanda da onu süzmeye, neyi olduğunu anlamaya çalışıyordum.

-Neden bir suç işlemiş de bundan pişmanlık duyarcasına başın yere eğik yürüyorsun?

Sigarasını alıp bir duman çektikten sonra:

-Bilirsin biz insanlar her zaman suçluyuzdur.

-Ben suçlu değilim!

-Bu dünyada bulunmamız dahi bir suç iken bu cümleyi nasıl kurabiliyorsun?

Ateş için teşekkür etmeme müsaade etmeden tekrar başını yere eğip uzaklaştı. Suçluymuşuz hadi oradan, piç kurusu! Kendimizi affetmezsek suçlu olduğumuz hiçbir zaman değişmez. Suçlu olan birileri varsa onlar da birbirini affetmeyenlerdir diye kotaliklerin saçma düşüncelerini eleştirdikten sonra hayalimde konuştuğum sıska adam ile konuşmamı yarıda kestim. Sigarayı tırnaklarımın arasına alıp yolun ortasına doğru fırlattım. Çay içmek için bulunduğum yerden uzaklaşıp şehrin içine attım kendimi. Mağazalara hücum eden kalabalık, duvarın dibine tüneyip insanlardan para koparmaya çalışan dilenciler, kalabalığın uğultulusu, renkli ışıklar, müzik sesleri, bir kaç cümlesini duyabildiğim yanımdan uzaklaşarak kaybolan dedikodulu sohbetler. Sanki ölmüşüm ve ruhum yeryüzüne inmiş gibi kimse farkımda dahi değildi. Ne kadar uzak olduğumu hissedip kendimi bir mağazaya atıp ardından çıkmam bir oldu. Yola atılmış sandalyeleri olan bir barın önüne oturdum. İnsanlar neler içiyor diye ortalığı süzerken çayın olmadığını fark edip kendime bir bira ısmarlamaya karar verdim. Muhtemelen bu işi daha önce yapamamış, yapmadığı gibi sevmediği de belli olan bir genç yaklaşıp:

-Bir isteğiniz var mıydı? diye sordu.

Bu soru karşısında çenemin titremesine hâkim olamadan kekeleyerek bira istiyorum deyip kestirip attım. Biram geldi, kenarlarındaki buharlaşan sularına dokunup bu benim için geldi deyip gururlandım. Şöyle bir ortalığa göz gezdirdim. Oturan insanların ne iş yaptıklarını, nasıl insanlar olduklarını göz ucuyla bakıp kendi içimde süzgeçten geçirdim. Hemen sağ tarafında genç bir çift afili bir sohbete girişmişti. Kulak verip neler konuştuklarını dinledim. Bazen böyle şeyler yapmayı severim. Kız daha önce yaşamadığı şeyin onun için ilk deneyim olarak kötü olduğunu söylüyordu. Çocuk ise ellerinin arasına koyduğu yüzü ile kızı süzüp:

-Senin isteğin doğrultusunda hareket ettik bunun farkındasındır umarım.

-Evet, ama bu denli sarsılacağı mı bilmiyordum.

-O zaman lanet olsun. Bunu bir daha yapmayız sende sarsılmazsın.

Kız masadan kalkmak için hamle yaparken çocuk kolundan sıkıca tutup:

-Aptalca hareket etmeyi kes! Yaptığımız şey bu kadar da kötü değil. İlk olduğu için kendini kötü hissetmiş olabilirsin çünkü daha bilmiyorsun bile nasıl olduğunu.

Bir sigara yakıp biramdan büyük bir yudum daha aldım. Filmin giriş sahnesi etkileyiciydi. Omuzlarımı silktim, aptalca bir gülümseme ile kafamı çevirip yoldan geçen mısır satıcısını süzdüm. Gazeteyi külah yapıp mısır satıyordu. Kendime mısır ısmarlayıp bu filmi kaçırmamam gerektiğini tekrarladım. Buradaki ara sokaklarda böyle seyyar satıcılar dolaşır. Kimi kestane, kimi mısır, kimi çiçek satar. Seyyar satıcıyı görünce bir an için eski sofist yunan filozoflarını hatırladım. Para karşılığında felsefe öğreten gezgin filozoflar. Özellikle Atina’da çağın önde gelen bilgeleri var olan değerleri eleştirmişlerdir. Göreceli ve kuşkucu düşüncenin köklerini atmışlar ve geliştirici olmuşlar. Şu sözle aynada kendimi izlerkenki söylediğim “fazla derine inmeyeyim boğulurum” sözüne ithafen Sofist akımının öncüsü Protagoras'un söylediği “Çok derine inilmezse, ruhta eğitim fışkırmaz.” sözü birden kulağımda çınladı. Biradan derin bir yudum daha alıp koltuğuma çakıldım. Meraklı halim bir anda söndü. Garsona seslendim hesabı ödeyip ayrıldım. Mısırı da yiyememiştim. Gidip kapalı bir mağazanın önüne oturup birinin gelip adres sormasını bekledim. Yoldan geçen yaşlı bir kadın çiftleri durdurup çiçek satmaya çalışıyordu. Fakat pek de iyi bir satıcıya benzemiyordu. Zira söylediği zırvalıklar kimseyi çiçek alacak kadar ikna etmiyordu. Bir yolunu bulup derhal bu işi bırakması gerek diye içimden geçirdim. Göz göze geldik:

-Sen de ister misin?

diye sordu. Ben de…

-alabileceğim kimse yok olsaydı alırdım.

-O zaman sen de bana alırsın yakışıklı?

-Niye sadece kadınlara mı çiçek alınıyor?

-Yokta ne bileyim. Sende çok cimri çıktın.

-İyi o zaman sen bana al?  

Omuzlarını silkip tekrar sokağa, işine döndü.

Sabah ani bir hareket ile yatağımdan kalktım. Çiş için mi, susadım mı; hayır ikisi de değil. Kahrolası aniden gerçekleşen ruh değişimlerimin nedeni, ne sabah ereksiyonları, ne de su; yalnızca bir sigara. Pencereyi açıp masanın üzerindeki sigaraya uzandım. Uyku, gözlerimden geçtiği yerde parıltı bırakan bir sümüklü böcek olup çekilirken pencereden kasvetli güne “kendimi mi öldürsem yoksa bir fincan kahve mi içsem?” diye geçirdim. Ölümün o naif basitliğini anlatmak isteseydim eğer, sadece bu cümleyi tekrarlardım sanırım.

İyiden iyiye makineleşmeye başladığımı, ritüele dönüşen boş gözlerle buzdolabını açıp hiçbir şey almadan odaya geçtiğimde anladım. Herhangi bir elektronik mutfak eşyasının benden daha çok fonksiyona sahip olduğunu düşünmek sinirlerimi epey hırpaladı. Bunu çöpü kapının önüne koyup daha sonra kapıyı tekrar kapattığımda çıkardığı o sesten anladım. Odaya geçip etrafı inceledim, değişen tek şey kedilerin uyudukları yerler ve perdenin rüzgârın fısıltısı ile dans edişiydi. Derin bir nefes alıp hiçbir şey yapmayışıma daha başka nasıl bir hiçbir şey yapamayış daha ekleyebilirim diye aklımdan geçirdim. Kafamdaki develere hendekleri ve tarihçelerini anlatma işgüzarlığını bir kenara atıp tam tersi düşünmemeye zorladım kendimi. Ne yapacağım bugün? Öncelikle bir makine olmadığımı kendime kanıtlamam gerekiyor. Soğuk bir duş alır uzayan sakallarımı kısaltıp, üzerimdeki kirli kıyafetlerimi yenileri ile değiştiririm. Sonra dışarı çıkıp sokağın aşağısında denize manzarası olan parkta birkaç sayfa kitap okurum. Ne iyi!

Buzdolabını açıp bir zeytin ile kendimi geçiştirdim. Kapının önüne bıraktığım çöp poşetini tekrar içeri aldım. Sırtımı kapıya dayayıp gözlerimi sımsıkı kapattım. Çıkan sesi tekrar duymak işimi zorlaştırsa da kendimi zorlamam gerektiğini yerdeki çöp poşetine fısıldayıp tekrar odaya döndüm. Tavanı, koltukların desenlerini, rüzgârın hafifçe itip geri çektiği perdeyi, duvardaki tabloları izledim. İçimi bir ürperdi kapladı. Sigaramı aradım evin dört bir yanında. Pencerenin önünde sigaramı tüttürürken yine ölmek mi kahve mi içmek sözünü tekrarladım. Ensemin köküne buz gibi inen ürperti tüm bedenimi kaplamaya başlamıştı bile. Birbiri ile yarışan baş ve karın ağrısı ile yere yığıldım… Yeter artık düşünmek istemiyorum diye çığlık attım. Eğer biraz daha güzel olsaydı bugün, dışarıda denizi izleyip kitap okuyabilirdim. Bahaneler, ne kadar da şahaneler! Beni buraya hapseden şey bahaneler değil, kendimi henüz affedememiş ve düşüncelerime hakim olamamam.

Elime bir kalem alıp bir şeyleri yazmaya çalıştım, yapamadım. Başımı tavanda bir noktaya dikip zamanın önüne geçtim. Hoşuma giden zamanın duruşu, testere olup sessizce saniyelerin ve dakikaların peşinden koşuyordu. Saatler pencereden çıkıp çoktan uzaklaşmıştı. Kafamı sağa sola çevirip kapının önüne koştum… Defalarca çöp poşetlerini bir içeri alıp bir dışarı koymaya başladım. Düşündüğüm şeyler çiş, buzdolabı, sigara, kahve, sümüklüböcek ölüm ve onlarcası beynimin içine volta atıyorlardı. Aklımdan geçen şeyler kapının sesi ile birer birer dağıldılar. Bir rüyanın içinde miyim yoksa bunlar şu an gerçekten yaşanıyor mu? Bu kez aynı şeyi buzdolabının kapısını açıp kapatarak yaptım. Oh! Neyse ki bir düş değil ve ben de deli değilmişim. Aynanın karşısına geçip yüzümdeki çocukluğumdan kalma izleri inceledim. Onlara sebep olan her şeye dakikalarca küfür ettim. Şimdi ne onlar var ne de yüzüm izlerden muaf. Bu kadar da derinlere inmeyeyim, boğulurum deyip aynanın karşısından da ayrıldım. Üzerimdekileri fırlatıp buz gibi suyun altında bu akşam ölürüm şarkısını tersten söyleyip güldüm. Banyodan çıkıp, arkamdan iz bırakarak odama doğru iliştim. Üzerime siyah bir boxer ve bir kot pantolon giyip tekrar aynanın karşısına geçtim. İtiraf etmelisin ki bu sefer daha iyi görünüyorsun. Aynaya iyice yaklaşıp bütün dünya erkeklerinin sorunu olan göbeğimi inceleyip motivasyonumu yerle bir ettim. Hem derler ya ‘’balkonsuz ev, göbeksiz erkek olmaz.’’ Neyse ki şanslıyım. Hem kendimi tatmin edecek bir zırvalık buldum hem de tanıdığım bütün kadınların göbeğimin üstünde uyuyup, uyandıklarını hatırladım.

Akşama bir kaç saat var. Aynadan ayrılırken bu akşam ölürümü yine tersten söylüyordum. Evin tüm ışıklarını açtım. Elbise dolaplarının, mutfak dolaplarının ve açılacak bütün kapıları açtım. Önlerinden geçip gördüğüm her şeyle vedalaşıp kapılarını tekrar kapattım. Yalnız buzdolabından bir elma ile çamaşır makinesinden de en sevdiğim tişörtü üzerime çektim. Çöpü kapının önüne bırakıp dışarıya attım kendimi.

Ellerim ceplerimde sağa sola bakıp karşılaştığım insanlarda tebessüm ile bir yakınlık aradım. Aslında aradığım şey tam olarak bu değildi. Bulamayacağımı fark edip aniden vazgeçmem bir oldu zaten. Tekrar eve dönmek istedim ama hayır seni küçük piç kurusu bir velet gibi davranmayı kes artık! Boyum biraz kısa olduğu için kızdığımda kendime böyle derim hep. O halde eve dönmeyi de erteliyorum kısa bir süreliğine. Verdiği rahatsızlıktan dolayı bir defa dahi özür dilemeyen lanet taş yığınlarını baktım. Eğer biraz fazla tükürüğüm olsaydı bütün binaları tükürükle kaplamamam içten bile değildi. Cebimden bir sigara çıkarıp; ‘’yaşadığımız dünyayı neden bu kadar karmaşıklaştırdık ve neden bu kadar dar bir alana sıkıştırdık ki?’’ dedim kendi kendime. Hepsinin tek bir sebebi var! Ölmekten korkuyoruz. Bence, dünyaya her bırakılan şey bir korkudan ibaret. Bir ev, araba, cami, kilise, sinagog ve bir bebek. İnsanlar ne zaman ölmeyi düşündü, bir ev almak için geberene kadar çalıştı, ne zaman ölmek aklına takılıp onu korkutmaya başlattı o zaman bir araba aldı. Ne zaman gelecek endişesi taşıdı o zaman ölümünün naifliğini bir bebeğin sırtına yükledi. Ve ne zaman öleceğini anladı, camilere sinagoglara kiliselere koşup tanrıya öleceğim ne olur benim için güzel mükâfatlar hazırla orada dedi. Hem tanrı hem insanlar birer sahtekârdan başka bir şey değiller. Ne tanrı, insanlar ölümü unuttuğunda onlara ölümü hatırlattı, ne insan ölüm yaklaşınca tanrıya yalvarmaktan utandı. Sigarayı alevlendirip, sanki birileri düşündüklerimi duymuşçasına köşeyi hızlıca dönüp arkamdan dumanım geriye doğru üfledim.

Hava da içim gibi yavaşça kararmaya başlamıştı. İnsanlarla birbirimizin farkına varıp analiz yapma olanağımız da azalınca kendimin duyacağı seste şarkı söyleyerek etrafı süzüp yürümeye devam ettim. Kenarı kaldırım taşları ile çevrili çöp konteynerlerini süzdüm. Düşünsenize her bir saate bir toplanan çöplerin yüzde ellisi plastik olmak üzere toplamda altı yüz doksan beş bin kilogram çöp denizlere atılıyor. Bu da yılda dört yüz elli milyon metre küp çöpün denize atıldığını gösteriyor. Bu dünyada pislikten başka bir şey olmayışımızın çarpıcı bir kanıtı. Etrafta çöp konteyneri ile kedilerden başka hiç kimsenin olmadığı bu sokaktan da ilerleyip diğer sokağa geçtim. İnsanlar gecenin çağrısına kulak verip dışarı çıkmışlardı. Duvara yaslanıp kafamı hafifçe kaşıdım. Sokağa çıkma yasağını kaldırıp kendimi affettiğimi anımsadım.

O sırada Kazancakis’in Zorba’sının en sevdiğim “İnsanız affet.” cümlesi geldi aklıma. Madam Ortans ölüm döşeğindeyken biri gelip, “Bugüne kadar senin hakkında ileri geri konuştuysam kusura bakma, insanız affet,” diyor. Ölüm döşeğindeki toplumun hor gördüğü bir kadına söylüyor bunu. Onun affetmesi önemli. Tanrı zaten affeder. Ama en güçsüz olan kadının elinde tek bir koz var, o da affetmemek. İçimi kara bulutlar yerine derin bir huzur kapladı tekrar.

Suçluymuşçasına başı yere eğik sigarasını tüttürerek önümden geçen sıska adamı aniden cebimden çıkardığım sigarayı yakma bahanesi ile durdurdum. Maksadım bir kaç cümle kurup konuşmayı unutmadığımı hatırlatmaktı kendime. Bu cesaret iyi hissettirdi bana kendimi:

-Ateşinizi alabilir miyim?

-Tabii neden olmasın.

Sigaramı yavaş yavaş yakarken bir yanda da onu süzmeye, neyi olduğunu anlamaya çalışıyordum.

-Neden bir suç işlemiş de bundan pişmanlık duyarcasına başın yere eğik yürüyorsun?

Sigarasını alıp bir duman çektikten sonra:

-Bilirsin biz insanlar her zaman suçluyuzdur.

-Ben suçlu değilim!

-Bu dünyada bulunmamız dahi bir suç iken bu cümleyi nasıl kurabiliyorsun?

Ateş için teşekkür etmeme müsaade etmeden tekrar başını yere eğip uzaklaştı. Suçluymuşuz hadi oradan, piç kurusu! Kendimizi affetmezsek suçlu olduğumuz hiçbir zaman değişmez. Suçlu olan birileri varsa onlar da birbirini affetmeyenlerdir diye kotaliklerin saçma düşüncelerini eleştirdikten sonra hayalimde konuştuğum sıska adam ile konuşmamı yarıda kestim. Sigarayı tırnaklarımın arasına alıp yolun ortasına doğru fırlattım. Çay içmek için bulunduğum yerden uzaklaşıp şehrin içine attım kendimi. Mağazalara hücum eden kalabalık, duvarın dibine tüneyip insanlardan para koparmaya çalışan dilenciler, kalabalığın uğultulusu, renkli ışıklar, müzik sesleri, bir kaç cümlesini duyabildiğim yanımdan uzaklaşarak kaybolan dedikodulu sohbetler. Sanki ölmüşüm ve ruhum yeryüzüne inmiş gibi kimse farkımda dahi değildi. Ne kadar uzak olduğumu hissedip kendimi bir mağazaya atıp ardından çıkmam bir oldu. Yola atılmış sandalyeleri olan bir barın önüne oturdum. İnsanlar neler içiyor diye ortalığı süzerken çayın olmadığını fark edip kendime bir bira ısmarlamaya karar verdim. Muhtemelen bu işi daha önce yapamamış, yapmadığı gibi sevmediği de belli olan bir genç yaklaşıp:

-Bir isteğiniz var mıydı? diye sordu.

Bu soru karşısında çenemin titremesine hâkim olamadan kekeleyerek bira istiyorum deyip kestirip attım. Biram geldi, kenarlarındaki buharlaşan sularına dokunup bu benim için geldi deyip gururlandım. Şöyle bir ortalığa göz gezdirdim. Oturan insanların ne iş yaptıklarını, nasıl insanlar olduklarını göz ucuyla bakıp kendi içimde süzgeçten geçirdim. Hemen sağ tarafında genç bir çift afili bir sohbete girişmişti. Kulak verip neler konuştuklarını dinledim. Bazen böyle şeyler yapmayı severim. Kız daha önce yaşamadığı şeyin onun için ilk deneyim olarak kötü olduğunu söylüyordu. Çocuk ise ellerinin arasına koyduğu yüzü ile kızı süzüp:

-Senin isteğin doğrultusunda hareket ettik bunun farkındasındır umarım.

-Evet, ama bu denli sarsılacağı mı bilmiyordum.

-O zaman lanet olsun. Bunu bir daha yapmayız sende sarsılmazsın.

Kız masadan kalkmak için hamle yaparken çocuk kolundan sıkıca tutup:

-Aptalca hareket etmeyi kes! Yaptığımız şey bu kadar da kötü değil. İlk olduğu için kendini kötü hissetmiş olabilirsin çünkü daha bilmiyorsun bile nasıl olduğunu.

Bir sigara yakıp biramdan büyük bir yudum daha aldım. Filmin giriş sahnesi etkileyiciydi. Omuzlarımı silktim, aptalca bir gülümseme ile kafamı çevirip yoldan geçen mısır satıcısını süzdüm. Gazeteyi külah yapıp mısır satıyordu. Kendime mısır ısmarlayıp bu filmi kaçırmamam gerektiğini tekrarladım. Buradaki ara sokaklarda böyle seyyar satıcılar dolaşır. Kimi kestane, kimi mısır, kimi çiçek satar. Seyyar satıcıyı görünce bir an için eski sofist yunan filozoflarını hatırladım. Para karşılığında felsefe öğreten gezgin filozoflar. Özellikle Atina’da çağın önde gelen bilgeleri var olan değerleri eleştirmişlerdir. Göreceli ve kuşkucu düşüncenin köklerini atmışlar ve geliştirici olmuşlar. Şu sözle aynada kendimi izlerkenki söylediğim “fazla derine inmeyeyim boğulurum” sözüne ithafen Sofist akımının öncüsü Protagoras'un söylediği “Çok derine inilmezse, ruhta eğitim fışkırmaz.” sözü birden kulağımda çınladı. Biradan derin bir yudum daha alıp koltuğuma çakıldım. Meraklı halim bir anda söndü. Garsona seslendim hesabı ödeyip ayrıldım. Mısırı da yiyememiştim. Gidip kapalı bir mağazanın önüne oturup birinin gelip adres sormasını bekledim. Yoldan geçen yaşlı bir kadın çiftleri durdurup çiçek satmaya çalışıyordu. Fakat pek de iyi bir satıcıya benzemiyordu. Zira söylediği zırvalıklar kimseyi çiçek alacak kadar ikna etmiyordu. Bir yolunu bulup derhal bu işi bırakması gerek diye içimden geçirdim. Göz göze geldik:

-Sen de ister misin?

diye sordu. Ben de…

-alabileceğim kimse yok olsaydı alırdım.

-O zaman sen de bana alırsın yakışıklı?

-Niye sadece kadınlara mı çiçek alınıyor?

-Yokta ne bileyim. Sende çok cimri çıktın.

-İyi o zaman sen bana al?  

Omuzlarını silkip tekrar sokağa, işine döndü.

loading